Sefa Yürükel yazdı…
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Bir zamanlar “Halkın Partisi” denirdi CHP’ye. Atatürk’ün kurduğu, halkın alın terinden, Cumhuriyet’in köklerinden doğan bir siyaset anlayışı vardı. Şimdi bakıyorsun, sanki siyaset değil de reklam ajansı olmuş. Bir yanda ABD’nin, öbür yanda İngiltere’nin siyasi PR ofisleriyle aynı lisanı konuşur hâle gelmiş.
Brüksel’de bir etkinlik yapılıyor, “Avrupa gölge başkan İmamoğlu’nu tanısın” diye. E tanıttınız da ne oldu? Yığma da olsa birkaç kişi geliyor, alkış çalıyor, sonra herkes kahvesini içip gidiyor. Çünkü millet artık kandırılacak yaşta değil.
Atatürk’ün çizdiği yoldan sapınca, halka güven veren bir parti değil, “iktidar karşıtı bir reklam markası”na dönüşüyorsun. CHP bugün tam da bu çıkmazda.
ATATÜRK’ÜN PARTİSİNDEN REKLAM AJANSINA
Bir ülkenin tarihinde bazı anlar vardır ki, o anlar bir milletin karakterine mühür gibi kazınır. Cumhuriyet’in kuruluşu, işte o anlardan biridir.
Bir ulus, yıkıntılardan doğmuş; yedi düvelin işgaline karşı dimdik durmuş; küllerinden yeniden doğmuştur.
Ve o doğuşun kalbinde bir fikir, bir umut, bir irade vardı: Atatürk’ün halkla kurduğu bağ.
O bağ, sadece bir siyasi örgütlenmenin değil, bir millet bilincinin mayasıydı. “Halkın Partisi” denildiğinde, o halk gerçekten o partinin sahibiydi.
Kasabalarda, köylerde, şehirlerde partinin ismi anıldığında, insanlar bir tabeladan değil, bir ideali hatırlardı.
O ideali anlatmaya kelimeler yetmezdi; çünkü o ideal, kanla, alın teriyle, fedakârlıkla yoğrulmuştu.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Fakat zaman değişti. Değişen sadece dünya değil, insanların iç sesi de oldu.
Bir vakitler halkın yüreğinde filiz veren o parti, zamanla bir “elit kulübü”nün malı hâline geldi.
Artık halkın diliyle değil, bürokrasi ve vitrin diliyle konuşuluyordu.
Anadolu insanı o dili anlamaz oldu; çünkü o dilde samimiyet değil, hesap vardı.
Yıllar geçtikçe, o halkın partisi sanki halktan utanır hâle geldi.
Bir zamanlar köylünün, işçinin, emekçinin yanında duran o ruh, şimdi şehir plazalarının soğuk cam duvarlarının ardında sıkıştı.
Siyaset, bir dava olmaktan çıktı; bir kariyer planına dönüştü.
Ve derken bir gün, “yenilenme” adıyla yeni bir dönem başladı.
Artık ideoloji değil, “imaj” konuşuluyordu.
“Çağdaş görünmek” bir felsefe değil, bir kampanya meselesi olmuştu.
Parti binasının duvarlarında Atatürk’ün portresi hâlâ asılıydı ama gözlerinin ardındaki anlam, kimsenin gündeminde değildi.
Yeni çağın sihirli sözcüğü “algı yönetimi”ydi.
Böylece bir zamanlar halkın dertleriyle yoğrulan siyaset, bir reklam ajansının masa başında ürettiği sloganlara teslim edildi.
Yabancı danışmanlar, yerli stratejistler, medya planlamacıları… Herkes konuşuyor, herkes öneri veriyordu ama halk susturulmuştu.
Atatürk’ün “tam bağımsızlık” dediği ilke, bir seçim afişinin altına sıkıştırılmış bir nostalji cümlesine dönüştü.
Artık “bağımsızlık” derken bile dış finansörlerin raporlarına bakılıyordu.
Bir milletin kurtuluş destanı, “her şey güzel olacak” (her şey benim için güzel olacak) PR sunumlarına malzeme olmuştu.
Köylü bu durumu görüyor, ama söylemiyordu.
Şehirli genç, hissediyor ama adını koyamıyordu.
Fakat halkın sessizliği aldanış değildir; o, sabrın sesidir.
Ve sabır, bir gün fırtınaya dönüşür.
Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından, kentlerinden yükselen o sessiz mırıltı büyümeye başladı:
“Atatürk’ün kurduğu parti bu muydu?”
Bu, bir sitemden çok bir uyanıştır.
Çünkü millet, kendi öz evladının kendine yabancılaştığını fark etti.
Bir parti, Atatürk’ün halkçı ruhunu bıraktığında, artık sadece tabelası kalır; içi boşalır.
Bugün o partinin toplantılarında, halkın adı hâlâ geçiyor.
Ama o “halk”, salondaki birkaç danışmanın zihin haritasında bir “hedef kitle”ye indirgenmiş durumda.
Artık insanlar sayılarla, yüzdelerle, “trend analizleriyle” ölçülüyor.
Oysa Atatürk’ün gözünde halk bir rakam değil, bir ruhtu.
Bir zamanlar halkın önünde yürüyenler, şimdi halkın arkasından konuşuyor.
Bir zamanlar Anadolu’yu karış karış dolaşanlar, şimdi Avrupa salonlarında gölge başkan İmamoğlu’nu tanıtım peşinde ( Halbuki ABD- İngiltere zaten siyasi Pinokyo İmamoğlu’nu tanıyor- kullanışlı aptal gibi zaten pazarlıyor) .
Bir zamanlar “bağımsız Türkiye” diyenler, şimdi “uyumlu Türkiye” sözünü alkışlıyor.
Ne acıdır ki, bir partinin modernleşme hevesi, onu halktan koparmışsa, o artık modern değil; yabancılaşmıştır.
Çünkü modernlik, halkın değerlerini inkâr etmek değil, onları çağın diliyle yeniden üretmektir.
Ama bugünkü siyasetçiler, çağın dilini öğrenirken halkın dilini unutmuş görünüyor.
Yine de umut vardır.
Çünkü halkın hafızası, politikacılardan daha güçlüdür.
Millet unutmaz; sadece sabreder.
Ve zamanı geldiğinde, kendi elini taşın altına koyar.
Atatürk’ün mirası, partilerde değil, halkın yüreğinde yaşamaya devam eder.
Ve bir gün, o yürek yeniden konuştuğunda, ne reklam ajansları kalır, ne de sahte modernlik oyunları.
PINOKYO SİYASETİ VE HALKIN UYANIŞI
Bir ülke düşünün; meydanlarında süslü sözler yankılanıyor, ekranlarda sahte tebessümler beliriyor.
Her seçim dönemi, bir tiyatro başlıyor.
Bir yanda yıllardır iktidarda olan “Taht Sultanı – Erdoğan”; diğer yanda halkın umuduna oynayan “ siyasi Pinokyo İmamoğlu-Gölge Başkan”.
İkisi de farklıymış gibi görünür, ama ipleri aynı ellerin parmak aralarından sarkar: Kuklacı Eller.
Kuklacı, bazen dışarıdan esen bir rüzgâr gibidir; bazen içeriden, odaların içinden konuşur.
Bir gün uluslararası konferanslarda görünür, ertesi gün yerli danışmanların ağzından cümleler döker.
Onun derdi, milletin iradesi değil, sahnenin devam etmesidir.
Çünkü sahne kapanırsa kuklalar düşer, ipler kopar, düzen bozulur.
Taht Sultanı- Erdoğan, yılların deneyimiyle perdenin önüne çıkar:
“Ben gidersem bu ülke biter,” der,
“Ben varsam her şey ayakta.”
Oysa halkın gözünde, o cümle artık bir tehditten öteye geçmez.
Ardından Gölge Başkan İmamoğlu çıkar sahneye, yepyeni bir sloganla:
“Ben gelirsem her şey değişecek!” , “Her şey ( benim için) güzel olacak”.
Fakat halk, aynı melodiyi defalarca dinlemiştir; sadece söz değişmiştir, ezgi değil.
İşte tam da burada başlar halkın uyanışı.
Çünkü Anadolu insanı, kelimenin rengini değil, gözün samimiyetini okur.
Birinin kürsüsündeki öfke de, ötekinin gülümsemesi de ona aynı mesafede kalmaya başlamıştır.
Yıllar yılı bu iki uç arasında gidip gelen halk, artık bir şeyin farkındadır:
Taht Sultanı Erdoğan da, Gölge Başkan İmamoğlu da, aynı sahnenin oyuncularıdır.
Birinin perdesi koyu renklidir, ötekininki açık; biri dini kullanır, öteki “çağdaşlık ve üsturuplu bir biçimde dini kullanır” maskesini takar.
Ama her ikisi de aynı yönetmenin senaryosunda rol alır.
Halk artık bunu hissediyor.
Kahvede oturan bir çiftçi, çayını karıştırırken şöyle diyor komşusuna:
“Yahu biri bizi kandırıyor da, hangisi?”
Bu cümle, bir isyanın değil, bir farkındalığın başlangıcıdır.
Çünkü halk, artık “lider” aramıyor.
Halk, artık kendi gücünü arıyor.
O gücün adı, sandıktan değil; bilinçten doğuyor.
Köylü anlıyor: Tohum dışarıdan gelirse, bereket içeriden kaçar.
İşçi anlıyor: Sendika tabelası değişse de, patronun masası aynı.
Genç anlıyor: Slogan değişiyor ama sistem hep aynı yöne akıyor.
İşte “Pinokyo siyaseti” tam da budur.
Kuklaların burnu her sözde biraz daha uzarken, kuklacı perde arkasında sessizce gülümser.
Halk her defasında bir umutla oy verir, sonra aynı masalın yeniden anlatıldığını fark eder.
Ama bu defa bir fark vardır: masal artık çocuklara bile inandırıcı gelmemektedir.
Bir milletin hafızası, bir tiyatro perdesinden daha geniştir.
O hafıza, ne kadar bastırılırsa bastırılsın, bir gün yeniden hatırlamaya başlar.
Ve o gün geldiğinde, ne “taht” kalır, ne “gölge”.
Yalnızca halk kalır, çıplak gerçeğiyle.
Halkın gözleri artık açık.
O, artık dışarıdan gelen alkış seslerine değil, kendi yüreğinin sesine kulak veriyor.
Ve o ses diyor ki:
“Biz kendi yolumuzu bulacağız.”
Çünkü Atatürk’ün gösterdiği yön, ne doğudur ne batı;
O yön, bağımsız düşüncenin yönüdür.
Bugün meydanlarda birbirine laf yetiştirenler, o yönü unutmuş olabilir.
Ama Anadolu unutmadı.
Anadolu’nun taşında, toprağında, bir imece ruhu hâlâ yaşıyor.
Halkın uyanışı, işte o ruhun yeniden dirilişidir.
Bir gün gelecek, bu topraklarda yine “hakikat” konuşulacak.
O gün geldiğinde kuklaların ipi kopacak, kuklacı sahneden inecek.
Ve sahne, yeniden halka ait olacak.
Çünkü hakikat, eninde sonunda halkın vicdanında yankılanır.
O vicdanın adı, bugün unutulmuş bir kelimedir belki ama hâlâ yaşamaktadır:
Atatürkçülük.
ÜÇÜNCÜ YOL: HALKIN ELİNDEKİ GERÇEK DEĞİŞİM
Bir ülke düşünün; defalarca aynı yollardan geçmiş, defalarca aynı vaatleri dinlemiş, her seferinde “belki bu defa” demiş bir halk…
Ve sonunda susmayı bırakıp düşünmeye başlayan bir halk…
İşte değişim, tam da o sessiz düşünmenin ardından gelir.
Gerçek değişim, bir sandık sonucu değildir; bir bilinç devrimidir.
Atatürk bunu en başında görmüştü:
“Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Bu söz, sadece bir tarih dersi değil, bir gelecek haritasıdır.
Bugün halkın önünde iki yol uzanıyor:
Birincisi, dışarıdan biçilen kalıplara sığmaya çalışanların yolu, yani “itaatle modernleşme.”
İkincisi ise, kendi özüne dönüp çağın aklıyla buluşturanların yolu, yani “bağımsızlıkla yükselme.”
İşte bu ikinci yol, Üçüncü Yol’dur.
Ne Doğu’nun taklidi, ne Batı’nın vitrini…
Bu yol, Anadolu’nun alnındaki terin, köylünün sabrının, işçinin emeğinin, bilim insanının merakının yoludur.
Bu yol, bir partinin değil, bir milletin yoludur.
Çünkü Üçüncü Yol’un manifestosu, bir seçim bildirgesiyle değil, bir bilinçle yazılır.
O bilincin adı da Atatürkçülüktür, ama rozet değil, yaşam biçimi olan Atatürkçülük.
Bugün gençler, işsizlikle, umutsuzlukla, kutuplaşmayla boğuşuyor.
Ama her gencin içinde hâlâ bir ışık var; o ışık, “bağımsız düşünme” arzusudur.
Üçüncü Yol, işte o ışığın örgütlenmesidir.
Bir grup değil, bir uyanıştır bu.
Bir liderin etrafında değil, fikirlerin etrafında büyüyen bir uyanış.
Bir millet yeniden ayağa kalkacaksa, önce zihninde ayağa kalkar.
Üretime döner, bilime döner, kültürüne döner.
Bir ulus kendi sanatını, dilini, emeğini, teknolojisini sahiplenirse, o zaman hiçbir “dış akıl” onun geleceğini yazamaz.
Bugün ülkede yaşanan kısır döngü, sadece siyasi değil, zihinseldir.
Taht Sultanı Erdoğan da, Gölge Başkan İmamoğlu da aynı gölgeden besleniyorsa, o gölgeyi ortadan kaldırmanın vakti gelmiştir.
Bu da ancak milletin kendi yolunu yeniden bulmasıyla olur.
Atatürk’ün devrimleri sadece geçmişin zaferleri değil, geleceğin rehberidir.
Kadın hakları, laiklik, bilimsellik, üretim, eğitim, adalet…
Bunlar bir dönemin reformu değil; her çağın pusulasıdır.
Üçüncü Yol, bu pusulayı yeniden eline almanın adıdır.
Halkın bir kez daha kendi kaderini, kendi elleriyle yazmasının adıdır.
Bir köy öğretmeni, sabah derse girmeden önce tahtaya büyük harflerle “Yaşasın Cumhuriyet” yazdığında,
O kelimenin altında öğrencilerinin gözleri parladığında,
İşte o an, Üçüncü Yol başlamıştır zaten.
Çünkü her bilinçli çocuk, her üretken genç, her dürüst emekçi, bu ülkenin yeniden doğuşunu Cumhuriyetle ve altı ok’la taşır içinde.
Siyasetçiler değişir, vitrinler yenilenir, sloganlar çoğalır.
Ama halkın yüreğinde değişmeyen bir şey vardır:
Bağımsız yaşama iradesi.
O irade, tarih boyunca her kuşatmayı yarmıştır.
Ve yine yaracaktır.
Unutulmasın ki, bir milletin yeniden doğuşu, dış sermaye raporlarında, küresel forumlarda, diplomatik salonlarda değil;
tarlasında saban süren köylünün elinde, sabah okula giden öğrencinin defterinde, geceleri adalet için çalışan bir hakimin vicdanında başlar.
Bu yüce Türk milletinin kalbi, ne ithal programlarla atar ne de dış kaynaklı manifestolarla.
Onun kalbi, hâlâ Sakarya’nın, Dumlupınar’ın, Afyon’un toprağında atar.
Ve o kalp, yeniden ritmini bulmak üzeredir.
Bugün “Üçüncü Yol” denilen şey, aslında yeni bir keşif değil; unutulmuş bir hatırlayıştır.
Atatürk’ün halkına emanet ettiği bir vasiyetin yeniden okunmasıdır:
Bağımsız düşün, kendi kaderini kendin yaz, kimseye boyun eğme.
Halk artık farkında:
Gerçek değişim, bir yüzün gitmesiyle değil, zihniyetin dönüşmesiyle olur.
Reklam kampanyaları biter, sahte vaatler söner; geriye sadece üretim, bilim, adalet ve erdem kalır.
Ve işte o zaman Türkiye yeniden nefes alır.
Bu ülkenin istikbalini, ne kuklalar belirleyecek, ne kuklacılar.
O istikbali belirleyecek olan, Atatürk’ün milletine bıraktığı akıl ve onur mirasıdır.
Bir gün geldiğinde halk sandığa değil, aynaya bakacak.
Ve diyecek ki:
“Benim kurtarıcım, yine benim.”
SON SÖZ
Milletin feraseti bazen geç uyanır ama bir kez uyanırsa, hiçbir güç önünde duramaz.
Ne “Pinokyo siyaseti” kalır, ne dış akıl masalları.
O gün geldiğinde Türkiye’nin yönünü yine halk belirleyecek, ajanslar, danışmanlar, sahte modernlikler değil.
Ve Atatürk’ün o sözü bir kez daha yankılanacak:
“Türk milleti zekidir, çalışkandır. Ve bir gün, kendi değerini yeniden hatırlayacaktır.”
İşte o gün, Üçüncü Yol’un ( esasında birinci yolun) gerçek adı konulacak:
“Cumhuriyet’in İkinci Dirilişi” diye….