İspanya, cumhuriyet, Filistin soykırımı

Mustafa Özgür Sancar yazdı…

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

İspanya İç Savaşı üç yıl boyunca devam etti; dünya savaşları ölçeğindeydi. Fiili olarak çok uzun sürmemiş olmasına karşın (1933-1936), iki büyük dünya savaşı kadar kanlı oldu ve uluslararasılaşan niteliği ile tarihe geçti.

İSPANYA’YI ALMAN VE İTALYANLARA BOMBALATAN FRANCO’NIN ‘İSPANYOL MİLLİYETÇİLİĞİ’

İkinci Cumhuriyet iktidarının yenilgisi ya da Franco’nun İspanya’yı ele geçirmesi ile savaş bitmedi.

Franco 36 yıl süren iktidarını, bir ”milliyetçi-muhafazakâr” olarak Alman ve İtalyanlara borçluydu. Milliyetçi olduğunu söylüyordu, ama ülkesi İspanya ve halkını, Alman ve İtalyan uçaklarına bombalatmadan geri durmamıştı.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

İspanya’nın tam bağımsızlığını ortadan kaldıran anlaşmalar yapıp, 2. Dünya Savaşı’nda Miğfer İttifakı’nın (Almanya, İtalya, Japonya) maddi ve lojistik destekçisi olmuştu.
Bu türden bir ittifak ilişkisi, stratejik olmaktan tamamen uzak, İspanya’yı Nazi ve Faşistlere tabî kılan bir döneme hapsetmişti.

Franco hem milliyetçi-muhafazakâr hem de ülkesini yabancı ülkelerin açık pazarı ve serbest askerî üssü hâline getiren, İspanyolları Alman ve İtalyanlara öldürten bir ”lider” olmuştu. Bu türden bir ”milliyetçilik” anlayışı Türkiye için çok tanıdık.

KAYIP MEZARLAR, MORATORYUM, LİBERALİZM VE ZORUNLU PAZAR EKONOMİSİ

Francisco Franco diktatörlüğünde, İç Savaşın fiilen bittiği 1 Nisan 1939’dan sonra bile yenilenlere yönelik yürütülen savaş bitmemişti. Topraksız köylüler, işçi sınıfı, Cumhuriyetçi cephede yer alan emekçi ve çiftçiler, Bask ve Katalan bölgesinde yer alan yerel milliyetçiler, edebiyatçı ve yazarlar, aydınlar, döneme göre modern ve yenilikçi kadınlar acımasız şiddetin hedefindeydi, âdeta İspanya’nın düşmanı olarak tecrit edilmişlerdi. Savaştan kısa bir süre sonra 10 binden fazla insan idam edilerek, hapishanelerde ya da infaz edilerek öldürüldü. Hâlâ öldürülenlerin çoğunun mezarı bulunamadı. Çok sonraları pek çok toplu mezar bulundu.

Franco’nun İspanya ekonomisini yönetecek yetenek ve kadrosu yoktu. Gücünü askerî diktatörlükten, meşruiyetini ise Katolik kilisesi taasubundan alıyordu.

İşsizlik ve yokluk, yoksunluk silahla ölüme eşdeğer olmuştu. 1959’a gelindiğinde İspanya moratoryumun (Devlet İflâsı) eşiğindeydi. Enflasyon maksimum ölçüdeydi, döviz rezervleri sıfır noktasına gelmişti. Bu koşullarda Franco iktidarını yasladığı Katolik kilisesi ve ona bağlı teknokratlara mecbur kaldı. Katolik neoliberal teknokratlar, 1959’da Ekonomik İstikrar Programı’nı (Opus Dei) devreye soktular, böylece liberal prensipler üzerinde bir piyasa ekonomisinin yolu açıldı.

Yeni liberal düzenlemelerin etkileri, Franco’yu 1975’teki ölümüne kadar, otokrasinin çözülmesi konusunda bir hayli zorladı. Bu yıllarda İspanyol halkı konuşmaya ve sorgulamaya başladı. Kayıplarını aradı, demokrasi ve özgürlük talep etti. 30 binden fazla Cumhuriyetçi sürgünde, 2. Dünya Savaşı’nda, Nazi esir kamplarında ölmüştü. Sayıları binlere ulaşan devrimci ve Cumhuriyetçi, Falanjistlerden saklanmak için yıllarca tavan aralarında, bodrumda gün ışığına çıkmadan yaşamak zorunda kalmıştı.

NATO VE İSRAİL’E KARŞI TUTARLI VE KARARLI DURUŞ, NATO’YA DEĞİL EMEKÇİYE BÜTÇE

İspanya halkının bugün ortaya çıkan güçlü özgürlük ve eşitlik çağrısı bu derin acı ve mücadelenin üzerinde yükseliyor.

Pek çoğu, hükümetteki Sosyalist Parti’ye dudak kıvırarak bakar. İspanya’nın kolonici geçmişi ve Batılı bir ülke olmasından dolayı, Batının çıkarlarından menkul bir Avrupa sosyalisti olduğu, dolayısıyla anti-emperyalist bir özellik taşımadığı yorumu yapılır; fakat Başbakan Pedro Sánchez liderliğindeki Sosyalist Parti, bir azınlık hükümeti olmasına karşın dış politikada, İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı konusunda, NATO’da son derece tutarlı ve gerçekçi bir muhalefet örneği veriyor. 

NATO’nun Hollanda Lahey’deki zirvesinde, birliğin üye ülkeleri bağlayan sözleşmesindeki 5. maddenin korunması konusu ön plana çıkartıldı.

5. madde, NATO ülkelerinin güvenliği için yüzde 5’lik bir bütçe planlaması içeriyor; GSMH’den çıkartılacak bu oran ulusal ekonomi açısından son derece ağır bir yük oluşturacak. Türkiye’nin NATO için ayırdığı 22.8 milyar dolar, 70 milyar dolara çıkıyor. Yani mâliyeye 47 milyar 200 milyon dolarlık yeni ek yük anlamına geliyor.

İspanya’nın sosyalist Başbakanı Pedro Sánchez, yüzde beşi kabul etmedi. Sánchez bu kaynağı emeklilere, eğitim ve sağlığa ayıracağını ilân etti. Avrupa kapitalizminin merkezlerinden bile buna benzer korumacı sesler yükselirken, Erdoğan ve AKP, NATO hiyerarşisinin başında yer alan Amerika’nın dayatmasını koşulsuz kabul ediyor.

TARİHİN DOĞRU YERİNDE DURMAK

Sánchez, Parlamento’daki son konuşmasında ”Ve siz bu Parlamento’da bu tartışmayı yasaklayacaksınız. Ama hükümet İspanya’yı tarihin doğru tarafında konumlandırmıştır. Gazze’de olan şey bir soykırımdır. Benimle birlikte tekrar edin: Bu bir soykırımdır” dedi.

Açıklamanın ötesinde İspanyol hükümeti, İsrail’in olduğu hiçbir uluslararası organizasyonda olmamak konusunda somut adımlar atıyor. Sarih ifadelerle ulusal futbol takımını, İsrail varsa, 2026 FIFA Dünya Kupası’na göndermeyeceğini duyurdu. Eurovision Şarkı Yarışması’nda İsrail grubu varsa, İspanya’nın olmayacağını ilân etti. La Vuelta olarak adlandırılan uluslararası bisiklet şampiyonasında kadın, erkek binlerce İspanyol, polis şiddetine karşın (Sosyalist Parti’nin İspanya’daki yerleşik bürokrasi ve devlet aygıtı karşısında polis şiddetini bütünüyle engellemesi imkânsızdı), Filistin bayrağı açtı, soykırımcı İsrail’i protesto etti. Hatta, soykırıma karışanları, İspanya’ya giriş yapmaları durumunda, tutuklamalarını içeren bir yasa teklifi hazırlığı söz konusu. Benzer tutarlı protesto ve somut adımlar İtalya halkı ve ülkenin önde gelen kuruluşlarından da geliyor.

BİR STRATEJİK BAŞARISIZLIK: TRÇ SÖYLEMİ ÜZERİNDEN ABD İLE PAZARLIK

Bizim parlamentomuzda, değil somut adım atmak, hükümet yetkililerinden bu netlikte bir açıklama duymadık. Açık kaynaklarda var Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e taşınıyor.

Hükümet ortağı Bahçeli, ”ABD, İsrail şer ortaklığına karşı TRÇ (Türkiye, Rusya, Çin) ortaklığı” diyor; ancak İsrail’e hava güvenlik istihbaratı sağlayan Kürecik Radar Üssü’nün, İncirlik’in kapatılmasından hiç söz etmiyor. NATO’dan çıkmayı aklının ucundan bile geçirmiyor.

Bu arada Erdoğan’ın Trump’ın oğlu ile Ankara’da, Boeing tipi uçakların satın alınması konusunda görüştüğü haberi CHP lideri ve Alman basını tarafından duyuruldu. Arkasından Trump, Erdoğan’ı 25 Eylül’de Beyaz Saray’da ağırlayacağını açıkladı.

Bu koşullarda Bahçeli’nin ABD/İsrail çıkışının samimi olduğunu düşünmek, bu söz üzerinden hükûmetin dış politika ve ittifaklar konusunda eksen değiştirdiğini söylemek mantıkla bağdaşır bir yaklaşım olmaz.

AKP-MHP nezdinde buna benzer açıklamalar daha önce, Astana Platformu, Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS için de yapılmıştı; bu örgütlerin tamamının ortak paydası dünya ölçeğindeki güç dengesini ABD aleyhine dengelemektir.

Hükümet Bahçeli üzerinden, bunu bir pazarlık argümanı olarak kullanıyor, Beyaz Saray’daki görüşme öncesi Erdoğan’ın elini güçlendirme gayretkeşliği gösteriyor. Gerçek şu ki bu çelişkili söylem, Çin ve Rusya’da güven sorunu olarak değerlendiriliyor.

Üstelik Çin, yüzyıllara dayanan hanedan geleneğinin doğal politik mirası olarak, ittifakları reddeden bir ülke… Herkesle pazarlığa açık bir pozisyonu tercih ediyor. Rusya ile yapılan ikili görüşmelerde, ”Üçüncü ülkelerle görüşmeye açığız” ifadesi bu sabit politikanın tezahürüdür. ÇKP’nin varlığı ya da sahip oldukları siyasal sistem bu gerçeği değiştirmiyor.
Realite böyleyken Bahçeli’nin ittifak söylemi, derin bir diplomatik ve stratejik hatayı içeriyor. Gerçekçi ve samimi değil.

RUSYA, ÇİN İŞBİRLİĞİ BİR PAZARLIK ARGÜMANI DEĞİL ZORUNLU ULUSAL İSTİKAMETTİR

Türkiye, Rusya ve Çin daha geniş perspektifte Küresel nitelik kazanan Güney ülkeleri güvenlik ve ticaret açısından işbirliği yapmalı. Küresel Güney, ülkemizin zorunlu istikametidir.

Türkiye’yi ABD ve İsrail tehlikesinden korumak için, en az, beğenmedikleri İspanya’daki hükûmet kadar halkın iş ve eşitlik talepleri, NATO ve Filistin’e uygulanan soykırım konusunda tutarlı olmak gerekir.

İsrail’i Filistin’den çıkarmak, Ortadoğu için bir tehlike olmaktan uzaklaştırmak, ABD ile ilişkilerin, karşılıklı bağımsızlığa saygı duyan, normal ölçülere çekilmesinden geçer. Şu andaki Türkiye ile ABD arasındaki ilişki anormal, bir siyasi-ekonomik bağımlılıktan ibaret.

Normalleşmenin sağlanması için Türkiye’nin NATO’dan çıkması, İncirlik ve Kürecik’in derhal kapatılması, tek taraflı ticarî sözleşmelerin, özellikle askerî olanların, gözden geçirilip, Türkiye’nin stratejik çıkarlarına tehdit olmaktan çıkartılması, gerekirse ABD ile olan ticari ilişkilerin asgariye indirilmesi gerekir.
İsrail, ABD saldırganlığına, ancak bu şekilde karşı durulabilir.

Tüm bunlar ise gücünü Cumhuriyet ve ulustan alan bir Millî hükümet meselesidir.