Kıbrıs Türkleri-Türkiye ilişkilerinde çarpıtılan gerçekler

Dr. Zeki Öznaçar yazdı…

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Son yıllarda Kıbrıs Türkleri ile Türkiye ve Türk halkı arasındaki derin ve hayati ilişkiler tehlike altındadır. Gerek tarihsel olayların ve gündelik sorunların insanlarda yarattığı doğal duygusal tepkiler, gerek siyasilerin fevri açıklamaları bu ilişkileri bozmayı amaçlayan dış kaynaklı yumuşak güç, toplum mühendisliği ve algı yönetimi faaliyetlerine fırsatlar yaratmaktadır. Nitekim son yıllarda günlük hayattan oy verme davranışlarına kadar yayılan bazı psikolojik değişimler olduğu gözlenmektedir.

Örneğin Kıbrıs Türk Halkının zihninde, kendilerini Türkiye karşısında muhtaç, bağımlı, irade ve onurdan yoksun, hatta zaman zaman “besleme” olarak resmeden küçültücü imajlar yerleşmeye başlamıştır. Bu durum haliyle halkta aşağılanmışlık hisleri yaratmaktadır. Bu hislerle mücadele etmek için kişiye göre değişen -sağlıklı ve sağlıksız- yöntemlerin seçildiği görülmektedir.

Türkiye’de ise, Kıbrıs Türkleri için, ‘’Türk halkından kesilen kaynaklarla ayrıcalıklı ve rahat bir yaşam süren, üstelik de ‘nankör’ olan’’ bir halk imajı oluşmaya başlamıştır. Bu durum verilen şehitler ve yapılan yardımlar konusunda halkın kafasında soru işaretleri oluşturmakta, milli dava olan Kıbrıs konusuna kamuoyu desteğini etkilemektedir.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bu bağlamda güncel ve tarihsel olaylardaki gerçeklerin ve bunların oluşturduğu doğal duyguların ötesinde, bu olayların, ilişkilerimizi etkilemek amacıyla çarpıtılarak provakatif nitelikte kullanılmaya çalışıldıkları da anlaşılmaktadır. Bu amaçla öne çıkarılarak çarpıtılan -güncel ve çok yakın tarihtekiler hariç- bazı meseleler şunlardır:

1-1878’de Kıbrıs’ın İngilizlere devri: Bu olayda iddia edilen ve vurgulanmaya çalışılan şey ‘’Osmanlının keyfi bir karar aldığı ve Kıbrıs Türklerinin akıbetini önemsemediğidir’’. Tarihi kayıtlara bakıldığında ise Osmanlı’nın politik ve askeri olarak içerisinde bulunduğu durumda bu kararın önemli gerekçeleri olduğu görülmektedir.

2-1923’te Kıbrıs’ın geri alınmamış olması: Bu olayda yine ‘’Türkiye ve hatta Atatürk’ün Kıbrıs Türklerini önemsemediği’’ şeklinde imalar yapılmakta ve keyfi bir olay gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa Birinci Dünya savaşının yarattığı yıkımın ardından Kurtuluş Savaşını binbir zorlukla kazanmış bir ordunun ve halkın deniz ötesi bir harekat kabiliyeti olmadığı, dolayısıyla siyasi bir pazarlığa girişme gücünün de bulunmadığı gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır.

3-1963’ten 1974’e kadar Türkiye’nin çıkarma yapmamış/yapamamış olması: Bu durumla ilgili de çarpıtmalar yapılmakta ve Türkiye’nin 11 yıl gecikmesi sebepsiz gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu dönem için Türkiye’nin yine deniz ötesi bir harekat için yeterli askeri gücünün olmadığı çeşitli kayıtlarda görülmüş ve askeri uzmanlar tarafından yapılan değerlendirmeler bunu teyit etmiştir. Ek olarak uluslararası baskı ve dengelerin de böyle bir harekatın gecikmesinin nedenleri arasında bulunduğu görülmektedir.

4-1974’te Türkiye’nin adaya gelme sebebi: Bu olayda Türkiye’nin yalnızca kendi çıkarları için adaya geldiği, ‘’Kıbrıs Türklerinin kara kaşı kara gözü için gelmediği’’ propagandası yapılmaktadır: Oysa jeopolitik açıdan Kıbrıs’ta Türk varlığının sürdürülmesinin Türkiye’nin güvenliği ve çıkarlarıyla iç içe geçen bir şey olduğu ve birbirinden ayrı tutulamayacağı aşikardır.

5-1974 sonrası Türkiye’nin adada devam eden varlığı ve nüfus aktarımı: Bu durumla ilgili Türkiye’nin adada bir işgal yürüttüğü, barışı engellediği ve aşırı nüfus aktarımı ile asimilasyon politikası izlediği propagandası yapılmaktadır. Oysa hem Kıbrıs Türklerinin hem Türk halkının büyük Türk Ulus’unun bir parçası olduğu ve hatta 1974 öncesi adada bulunan Kıbrıs Türklerinin daha birkaç yüzyıl önce doğrudan Anadolu’dan getirilen insanlar olduğu açık bir gerçektir. Bunun yanında Rumların Kıbrıs Türklerine karşı bitmeyen düşmanca tutumları ve adada devam eden askeri tehlike gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Kıbrıs Türklerinin zaman içerisinde oluşmuş özgün kültürel yapısının kontrolsüz nüfus aktarımıyla tehlike altındaymış gibi algılanması bir miktar haklılık barındırırken, bunu Türkiye’nin bilinçli ve art niyetli olarak yaptığı iddiası anlamsız ve dayanaksız görünmektedir.

Tüm bu olaylar kapsamındaki çarpıtmaların getirilip bağlandığı nokta; Kıbrıs Türk Halkını, Türk askerini adadan çıkaracak politikalara yönelmesi konusunda ikna etmek ve milli dava olan Kıbrıs konusuna yönelik Türkiye’deki kamuoyu desteğini kırmaktır. Bu bağlamda hem Kıbrıs Türklerinin hem de Türk halkının olaylara bakışını çarpıtmalardan uzaklaştırabilmek için konuyu geniş bir perspektifinden ele almakta yarar vardır.

Öncelikle hatırlamakta yarar var ki, Kıbrıs Türklerinin adaya gelişi kendi istekleriyle değil, 1571’de gerçekleşen fetih sonrasında Osmanlı Devleti tarafından uygulanan nüfus aktarımı yoluyla olmuştur. Yani Kıbrıs Türkleri, Osmanlı Devleti’nin bilinçli bir kararla adaya yerleştirdiği, Anadolu’daki Türk varlığının uzantısı olan bir Türk varlığıdır. O günden bugüne Kıbrıs Türkleri adada Türklüğün temsilcisi olmuş ve her zaman anavatandaki Türk devletinin çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir.

1878’de ada İngilizlere kiralandığında, Kıbrıs Türkleri Osmanlı’nın telkinleri doğrultusunda İngiliz yönetiminde yaşamayı kabul etmiştir. Bu süreçte adadaki Türk varlığı zorluklar içerisinde sürdürüldü.

Birinci dünya savaşı sonrası İngilizlerin engelleme çabalarına rağmen elden geldiğince Anadolu’da gerçekleşen Kurtuluş Savaşı’na destek olundu. Anavatan toprakları büyük mücadele ve özverilerle kurtarılmıştı ancak Türkiye Lozan Antlaşması ile Kıbrıs üzerindeki tüm egemenlik haklarından vazgeçmek durumunda kaldı. O dönem yaşanan hayal kırıklığına rağmen Türkiye’den yapılan telkinler doğrultusunda Kıbrıs Türkleri İngiliz egemenliğine boyun eğildi. Atatürk ilke ve inkılapları hiçbir zorlama olmadan halkın kendi isteğiyle kabul edildi.
Sonraki süreçte 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti yalnızca 3 yıl sonra Kıbrıslı Türklerin silah zoruyla yönetimden atılmasıyla Rumların mutlak idaresine geçti. Daha öncesinden başlatılmış olan adayı Yunanistan’a bağlama emelleri kapsamındaki eylemler, 1963 yılından itibaren sistematik katliamlar ve uygulamaya koyulan soykırım planlarıyla artarak devam etti. Bu süreçte Kıbrıs Türkleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. 11 yıl boyunca adanın %4’üne sıkıştırılmış halde korku ve belirsizlik içerisinde beklendi. Son ana kadar EOKA’ya karşı kurulan TMT örgütlenmesi öncülüğünde direnildi. 1974’te Makarios yönetimine yapılan Yunan darbesi ve hızlandırılmak istenen soykırım planı Türk askerinin müdahalesi ile son anda büyük oranda önlendi.

Sonraki süreçte Kıbrıslı Türkler 1983’te kendi devletini ilan ederek, Anadolu dışında bir Türk varlığını korumanın ötesinde onu devletleştirdi ve ada üzerinde daha sağlam bir zemin oluşturdu. Kurulan devlet, 1983 yılından bu yana tanınmamasına, ambargo ve izolasyonlar altında olmasına ve halka yönelik dış destekli yapılan tüm yumuşak güç ve algı yönetimi faaliyetlerine rağmen anavatan Türkiye’nin yardımları ve sağladığı askerî güvenlikle günümüze kadar Kıbrıslı Türkler tarafından ayakta tutuldu.

Anadolu dışında son derece stratejik bir kara parçasında, yok edilme tehlikesi altında yaşamakta olan bir halkın, yüzyıllardır Türklük adına bir mücadele sürdürmesi hiç de kolay bir iş değildir. Ancak Kıbrıs Türkleri sabırla, anavatandan umudu kesmeyerek mücadele etmiş ve bunu başarmıştır. Kendi varlığını sürdürmenin ve güçlendirmenin yanında Türkiye’nin güneyden güvenliği ve bölgesel çıkarları açısından da önemli bir iş üstlenilmiştir.

Türkiye tarafında ise bu tarihsel süreçte Osmanlı’nın savaşta yenilmesiyle Anadolu işgal edilmiş, akabinde Ulu Önder Atatürk öncülüğünde Kurtuluş Savaşı verilerek yeni bir devlet kurulmuş, hem 1974’teki harekât öncesi hem de harekât sonrasında çok ciddi krizler ve sorunlar yaşanmıştır. Kıbrıs konusunda uluslararası baskılar ve ambargolar uygulanmış ancak büyük fedakârlıklarla bu zorluklara katlanılmıştır. Halen Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlamak için adada asker bulundurmakta, her yıl milyonlarca TL yardım yapmaktadır.

Bu geniş perspektiften ele alındığında, Kıbrıs Türkleri ile Türkiye ilişkileri “tek taraflı bir bağımlılık ya da tek taraflı bir sömürü” meselesi olarak nitelenemez. Anavatan/yavru vatan kavramları da bir ebeveyn/çocuk meselesi değil, aynı ulusun fertlerinin vatan bildiği topraklar arasındaki zamansal ve coğrafi fark meselesidir.

Bu yönleriyle hem Kıbrıslı Türkler hem de Türk halkı ve kamuoyu, günümüzde Türkiye’nin sağladığı siyasî, askerî ve ekonomik katkıları; Türkiye için son derece önemli olan bir kara parçasında verilen milli bir mücadelenin, ortak geçmişin, ortak yaşamsal güvenlik meselesinin ve bu anlamdaki kader birliğinin doğal bir gereği olan, karşılıklı bir ilişkinin sonucu olarak değerlendirmelidir.

Kıbrıs Türkleri, 1571’den itibaren Anadolu dışında zorlu bir kara parçasında Türk varlığını devam ettirmek adına mücadele verip, bedel ödeyip anavatan Türkiye’nin güneyden güvenliğine ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumasına yardım ederken; Türkiye ise Kıbrıslı Türklere her anlamda destek sağlayarak, şehitler vererek hem adadaki Türk varlığını hem de —ki bunlar iç içe geçen şeylerdir— güvenliğini ve devlet çıkarlarını korumaya ve sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.

Bugün Türk Halkına cazip gibi görünse de, Kıbrıs Türklerinin –muhtemelen alt ve orta sınıfın- bir nebze daha iyi bir gelir düzeyi ile birlikte AB pasaportu imkanlarına sahip olması yalnızca konjonktürel pozitifliklerdir. Adadaki Türk varlığını ve Türkiye’nin çıkarlarını sağlamlaştırmak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Kıbrıs üzerinde farklı hesapları olanlar tarafından hazmedilememiş ve o günden bugüne ağır ambargolar ve izolasyonlar uygulanmıştır. Kıbrıs Türkleri, Türkiye hariç hiçbir ülkeye doğrudan ticaret veya seyahat yapamamakta, uluslararası organizasyonlara –Türk takımları ile bir futbol maçının dahi yapılamaması buna dahildir- katılım sağlayamamaktadır. Bu gibi şeyler de Kıbrıs Türkleri üzerinde olumsuz duygular yaratsa da, bunlar da günümüzde yaşanan geçici konjonktürel negatifliklerdir.

Sonuç olarak tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde, Kıbrıslı Türkler bilmelidir ki; 1878’de adanın devri, 1923 ve diğer önemli tarihlerdeki gerçekler ve olayların nedenselliği, Türkiye tarafından ‘’değer görüp görmemenin’’ ötesine uzanan önemli unsurlar içermektedir. Günümüzde ise mesele, ‘’Türkiye ile tek taraflı bir muhtaçlık veya tek taraflı bir bağımlılık’’ meselesi değildir. Bu nedenle yardım alınması karşılıksız ve onursuz bir şeymiş gibi ezilip büzülmeye, el pençe divan durmaya ya da bazı insanların yaptığı gibi tam tersi bir reaksiyon gösterip yaşanan bu olumsuz hisleri savuşturmak adına -türlü görünümlerde- Türkiye karşıtlığı yapmaya gerek yoktur.

Türk halkı ise bilmelidir ki, Kıbrıs Türklerinin bu zorluklarla dolu kara parçasına yerleşmesi keyfi bir olay sonucu olmamıştır. Çeşitli şekillerde sunulduğu gibi Kıbrıs Türkleri salt bir rahatlık ve refah içinde ya da nankörce bir yaşantı içerisinde değil, yüzyıllardır risk altında ortak bir milli mücadelenin iyi/kötü sonuçları içerisinde yaşamaktadır. Buna ek olarak Kıbrıs Türklerinin, belki de Türkiye’nin maruz kaldığından çok daha fazla şekilde dış destekli toplum mühendisliği faaliyetlerine maruz kaldığı ve milli kimliğinin değiştirilmeye çalışıldığı bilinmelidir.

Tarihsel gerçekleri çarpıtan ve Kıbrıs Türkleri ile Türkiye ilişkilerini bozmaya çalışan dış kaynaklı yumuşak güç, toplum mühendisliği ve algı yönetimi çalışmalarının nihai amacının -aslında hiç de gizlenememiştir- Kıbrıs’taki Türk ve Türk askerî varlığını sona erdirmek olduğu açıktır. Bu tarihsel olaylarda gerçek olan kısımlar, hatalar, hayal kırıklıkları ve buna benzer hisler oluşturan şeyler elbette ki vardır. Mesele, bunların dile getirilmesi, tartışılması veya güncel olanlara çözüm aranması değil, gerçeklerden uzaklaştırılarak çarpıtılması ve provakatif amaçlı kullanılmaya çalışılmasıdır.

Dolayısıyla, siyasilerin hatalarına, günlük sıkıntılara ya da bunları kullanan ve gerçekleri çarpıtarak algı yönetimi yapmaya çalışan odaklara bakarak hareket etmek yerine, yıllardır verilen bu zorlu ve ortak mücadeleye geniş bir perspektiften yaklaşılmalıdır. Provokasyonlara karşı sağduyuyu korumak ve millî bilince sıkı sıkıya bağlı kalmak büyük önem taşımaktadır. Günlük sorunlara bu çerçevede çözümler aramak her zaman mümkündür.